DEMOKRASİ ESAS DURUŞTA!
DEMOKRASİ ESAS DURUŞTA!
2007 yılının panoramasını çıkaran siyaset bilimcileri sorunlu ve siyasal gerilimlere yol açacak bir sürecin gündemde olacağı değerlendirmesinde birleşiyordu.
Cumhurbaşkanı seçiminin ve genel seçimlerin aynı yıl içerisinde yapılacak olması siyasi kaygıları artırıyor, demokrasinin yeniden tökezleme riskine dair yorumlar yapılıyordu. Nitekim Cumhurbaşkanı seçimi yaklaştıkça tansiyon daha da yükseldi, siyasi krize evrilen süreç erken seçim kararı ile noktalandı ve kriz şimdilik duruldu.
Türkiye de iki başlı bir yürütme erki var. Biri asker-sivil bürokrasinin başını çektiği diğeri ise hükümetlerin. Bu iki başlılığın yol açtığı iktidar savaşı konjonktüre göre farklı figürlerle karşımıza çıkıyor. İktidarla ana muhalefet partisi arasında sürdürülen Cumhurbaşkanının kim olacağı tartışmasının arka planında yatan asıl gerçek budur. Yıllardır bürokrasiye, devlete egemen olan otokrat bir yönetim elit’i ile arkasına Anadolu burjuvazisinin desteğini alan AKP iktidarı arasında süren bürokrasiye ve iktidara sahip olma kavgası da sonuçta bir rejim krizine yol açtı. Bu kavga laik, anti-laik figürlerle ve şeriat tehdidi ile kamuoyunun gündemine taşındı. AKP iktidarının laikliği aşındıran kimi politikaları da buna olanak sağladı.
Yukarıda sürdürülen iktidar kavgası aşağıya korku ve tehdit algısı olarak yansıtıldı. İktidar erkini kaybetmekten korkan “otokrat”lar korku üzerinden siyaset üretme çabası içinde oldular. Ülkenin kendi içine kapanması temel bir politik argüman olarak öne çıkarıldı. Bölücülük ve şeriat tehlikesi algısı üzerinden milliyetçi bir iklim yaratılmaya çalışıldı.
TAYAD’lıların sokakta linç edilmesi, rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetleri yaratılan bu milliyetçi, şoven iklimin sonuçlarıydı. En son Malatya’da ortaya çıkan vahşet toplumsal algıyı değiştirmeye dönük psikolojik bir savaşın dışa vuran yansımalarıydı.
Korku ve düşmanlık üzerinden sürdürülen bu politikalar siyaseti hızla polarize etti. Siyaset alanı kutuplaştı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile birlikte siyasetin kutuplaşması neredeyse doruk noktasına ulaştı. Sürekli krizler üreten Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir yenisi daha eklendi. Tarihe Çankaya savaşları olarak da geçen Cumhurbaşkanı seçimleri hep sorunlu oldu. Ülke sürekli siyasi krizlerin eşiğinden döndü. Bu seferki kriz biraz daha kalıcı olacağa benziyor. 12 Eylül rejimi ile Kenan Evren’in şahsında Cumhurbaşkanlığına biçilen rol, Cumhurbaşkanı’nın pek çok yetki ile donatılmış olması, devlet bürokrasisi üzerinde etkin bir konuma gelmesi kriz potansiyelini içinde taşıyan, bu süreci tetikleyen temel nedenlerin başında geliyor.
Cumhurbaşkanı seçimleri üzerinden sürdürülen tartışmalar, bürokrasiye egemen olma kavgası ve bunun yol açtığı gerilimler ülke siyasetinde ciddi kırılmalara yol açtı. Siyasetin pusulası şaştı. Soldan sağa ve hep birlikte milliyetçi bir kulvara savrulmalar ülke siyaset tarihinde ilk kez karşılaşılan ve sosyolojik araştırmalara konu olacak bir durumdur.
Ortalık toz duman ve bu toz duman ortamında siyaseten savrulmadan durabilmek gerçekten zor zanaat…
Ülkenin temel önceliği ne? Tehdit altında olan laiklik mi yoksa demokrasi mi? Ülkede var olan ve temeli 12 Eylül rejimi ile atılan, darbeler hukuku üzerine inşa edilen siyasal rejimin ortaya çıkan krizdeki rolü nedir? Demokrasi olmadan, laiklik olur mu?
Bu temel sorulara verilecek yanıt sağlıklı ve doğru bir yerde durmamızı sağlayacaktır.
Türkiye’de 12 Eylül rejimi ile siyaset alanı iyice daraltıldı. Siyasi partiler yasası, seçim yasası değiştirildi. Yüzde 10 gibi dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bir baraj sistemi ile halkın iradesinin önüne aşılması güç engeller konuldu. Toplum mühendisliği ile Türkiye’de siyaset alanı yeniden düzenlendi ve her şeyin rayına oturacağı sanıldı.
Temsiliyet özürlü sistem daha ilk genel seçimlerde büyük bir adaletsizlik doğurdu. Halkın yüzde 45’inin oyu parlamentoya yansımadı. İki partili bir parlamento ve tek partili güçlü bir iktidar formülü ilk meyvesini verdi. Ama oluşan iktidar oligarşi elit’in istediği bir iktidar olmadı. En çok oyu alan AKP hiç hak etmediği halde parlamentonun üçte iki çoğunluğunu ele geçirdi. 12 Eylül darbesi ile yaratılan askeri vesayet rejiminin doğurduğu sonuçtu bu. Ana muhalefet partisi de dahil tüm siyasi aktörler bu durumu kabullendi. 12 Eylül rejimini tasfiye edecek demokratik bir anayasayı ne iktidardaki AKP ne de ana muhalefet olan CHP gündemine aldı. Atılan kimi demokratik adımlar da dış dinamiklerin ve daha çok AB’nin baskısı ile gündeme geldi. Ancak bu adımlarda da çoğunlukla ayak süründü. Ya da 301’inci madde gibi yeni versiyon anti-demokratik maddelerle yasalar tahkim edilerek düşünce özgürlüğünü bir şekilde engelleme yoluna gidildi. Hrank DİNK cinayeti de bu atmosferde işlendi.
Bugün yaşanan siyasi krizin asıl nedeni işte bu 12 Eylül rejimidir. Demokrasiye, adil bir temsiliyete, temel hak ve özgürlüklere kapalı olan bu rejim bugün siyaseten iflas etmiştir. Siyasi kriz ancak 12 Eylül rejimi aşılarak çözülebilir. Yeni darbeler ya da muhtıralar, krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Ülkenin son 30-40 yıllık siyaset deneyimi bunu yeterince kanıtlıyor. Ülkede her on yıla neredeyse bir darbe sığdırıldı. Zaten sınırlı olan demokrasi rafa kaldırıldı ve siyasetin kendi doğal mecrasında gelişmesine izin verilmedi. 28 Şubat post modern darbesi ve en son olarak da 27 Nisan gece yarısı saat on ikiye beş kala Genel Kurmay internet sitesine düşen E-muhtıra demokrasiye dönük tehdidin devam ettiğini gösteriyor.
Demokrat, özgürlükçü, sivil olan her kesimin, her toplumsal hareketin karşı durması gereken bu muhtırayı, miting kürsülerinde “asker tabiî ki konuşacak” diye sahiplenir yada algılatmaya çalışırsak demokrasi bu gidişle daha çok tehdit alır. Ya da bir gün düdük çalınır ve her şey paydos edilir.
Bugün esas olarak tehdit altında olan demokrasidir. Demokrasinin olmadığı yerde laiklikte olmaz. Laikliğin hayat bulacağı gerçek iklim demokrasidir. Unutmayalım ki İmam Hatipler 12 Eylül rejimin kucağında büyüdü. Dinin siyasete alet edilmesi de…
Yaşadığımız siyasi krizden bu siyaset zeminini yaratanlar kadar iktidarı ve muhalefeti ile 12 Eylül rejimine destek olan tüm siyasi aktörler sorumludur. AKP iktidarı da 12 Eylül rejiminin kendisine sağladığı avantajların devam etmesine dönük bir politika izledi. AKP ve CHP hiçbir zaman 12 Eylül Anayasasının değişmesini istemediler, hatta birlikte halkın iradesinin parlamentoya adil bir şekilde yansımasını engelleyen baraj sisteminden yana ortak bir tavır gösterdiler. Bu tutumu demokratik siyasetin neresine koyacağız. Toplumun laik, anti-laik eksende kutuplaşması demokratik sürece ne katkı sağlayacak?
Bu özürlü temsiliyet sistemi devam ettikçe siyasetin yeni krizler doğurması kaçınılmazdır.
Darbelerin ve muhtıraların yaşanmadığı, demokrasinin düşünce ve vicdan özgürlüğünün, temel hak ve özgürlüklerin yaşam bulduğu bir Türkiye daha çok demokratik daha çok laik olacaktır. Temel sorun demokrasiyi esas duruş halinden kurtarmaktır.
Fuat KEYMAN hocanın da dediği gibi “Zaman, siyaseti ve demokrasiyi koruma ve yaşama geçirme zamanıdır.”
Ülkeyi aydınlığa taşıyacak sağlıklı yol budur.