ONLARA SEVDANIN YOLLARI, BİZE ZİNCİRLER, ÜSTÜNE ÜSTLÜK BONUSU DA VAR, ECZANELERİMİZ!
Elim kalem tutmaya başlayalı, birkaç on yılı geride bırakmışım. Bir deste yıl, hem de birkaç tane! Lise 1. sınıftayken, o zamanlar “Millet” gazetemiz vardı Bursa’da, bir gülmece öyküm yayınlanmıştı. Nasıl bir keyif, nasıl bir mutluluk anlatamam. Sonraları yazı siparişlerini son günlere bırakıp, zamanlı zamansız İlhami kardeşimi çağırmakla geçti, kalem kağıtla muhabbetim. Bazen de şimdiki gibi, ben kovaladım, eli kalem tutanlar kaçtı.
Yılların değiştiremediği ise, ne zaman bir şeyler karalamaya kalksam, olumsuzluklar denizinde boğulduğumu hissetmem!
Şu an itibariyle de tekerrür ediyor tarih. Ülkenin durumu vahim, mesleğinki ha keza! Al birini vur ötekine! Satılıyoruz. Telekom, tekel, bir dolu banka satıldı. %34 oy % 47ye çıktı. Tüpraş,Ziraat Bankası, Halk Bankası derken kesin %60’a vurur! Dünya yolsuzluk endeksinde 64.sıraya ilerlemişiz, uyumlu bir artışla, %64 oyu bile bulabiliriz!
Kimi, göbeğini kaşıyan adamdan şikayet ediyor, kimi “kapı anahtarı elden çıkınca, sıra bir gün yatak odasına gelir” diyor da, Erdal Atabek, sağlıklı seçim yapabilmenin gereklerini sıralamış. Üzerine ipotek konmamış bir akıl, bu aklı kullanabilme yetisi, bu aklı kullanabilecek özgür irade, bütün seçenekleri görebilecek bilgi birikimi, daha sonrasını akıl edecek öngörü, geçmişi değerlendirebilecek seçici bellek.
“Ölme eşeğim ölme” dediğinizi duyar gibi oluyorum!
Ülke seçimlerinin yanına bir de T.E.B. seçimlerini koyduk mu,”Allah eşeğe uzun ömür versin” demekten başka çaremiz kalmıyor!
Banka mevduatlarının %90ı, %3,4’lük bir kesimin elindeymiş, borsa da yabancı payı %80’i aşmış, Mehmetçikler bir bir teröre teslim olmuş, çuvalcı Amerikalı ağır ağabeylerimizden meşru müdafaa iznini ucundan acık olarak ve de kar belimizi aştıktan sonra almışız. Olsun, en önemlisini, hamdolsun istediğimizi almışız! (Ne almak istiyorduk dersiniz?) Anıtkabir’e gitmeyen Suudi kralının oteline gidip, devlet şeref madalyası vermişiz. Yeni bir kamuoyu araştırması yapılmış, oy oranı %52. Sakın develerle dikenler arasındaki ilişkiyi sorgulamayın, insanlar mazoşist olma özgürlüklerini kullanıyor olabilirler.Ayrıca ben mazoşist değilim, benden ne istiyorlar falan da demeyin, yaparlar bir referandum, alırlar bir hep beraber mazoşist olma kararı, hem ağlarız, hem gideriz, hatta iki ağlar bir gideriz!
Bir zamanlar, bir yerde bütün sakinleri kör olan bir köy varmış. Gözleri yokmuş ama, elleri, burunları, kulakları çok hassasmış.
Günün birinde tek gözlü birinin yolu bu köye düşmüş. Körler ülkesinde şaşılar kral olur deyip, köye yerleşmeye karar vermiş. Gel zaman git zaman, bir gün, bir kör diğerinin malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş. “Filanca, falancanın malını çaldı “ diye uyarmış insanları. Körler, “Nerden biliyorsun, o kadar uzaktan duyulmaz ki.” demişler. “Ben duymadım, gördüm, gözüm var benim.” diye yanıtlamış adam. Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. “Ne demek görmek” demişler, “Nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak uzaklıktan anlıyor musun ne olup bittiğini?”. “Anlıyorum” demiş adam. İnanmamış körler ve imtihan etmeye karar vermişler tek gözlü adamı. Uzakça bir yere götürmüşler, biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilemeyeceğini. “Anlat bakalım biz ne yapıyoruz?…”. “Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz.” Körler evin içine girmiş, yine sormuşlar: ”Şimdi ne yapıyoruz?” Adam, “İçeri girdiniz, göremiyorum.” demiş. Körler şaşırmışlar, elli santim fark etti, neden bilemiyorsun ki?. Ben duymuyorum, görüyorum dediyse de adam, anlatamamış körlere. “Sen de bir bozukluk var, hekime muayene ettireceğiz seni.” demişler.
Adamı yaka paça köyün kör hekimine götürmüşler. Hekim parmaklarıyla muayene ederken eli adamın gözüne denk gelmiş. “Buldum, bozukluk burada, ben şimdi hallederim onu!”
Kıssanın hissesi, körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.
Şimdilerde kimseye, bırakın kör demeyi, seçimin yanlış bile demeye gelmiyor, yapıştırıyorlar alnına demokrasi düşmanı damgasını. Neyse ki toplumun tüm kurumları ortaçağa doğru rahvan giderken, demokrasi ancak 1800’lü yıllara gidebiliyor, geçmişi o kadar. Çoğunluk diktatörlüğünden ötesi yok. Mecbur o yıllarda ineceksiniz demokrasi tranvayından, bir ikiyüz yılda yayan yürüyeceksiniz.Ver elini ortaçağ!
Demokrasi rivayetlerimiz de muhtelif. Kimi sayılı Cumhuriyetçiler’e ve de solcu eskisine göre, ılımlı İslam’a, “Sevr” koşullarına yönelik yolları açma özgürlüğü. Ya da Atatürk Türkiyesi’ne rahmet okuma özgürlüğü.
Bir de “Evren Paşa sendromu” ile acayip antimilitaristiz. Bir asker, dünya yuvarlaktır dese, öküzün boynuzlarından yanayız, bir emekli asker bir derneğe başkan oldumuydu ağzıyla kuş tutsa karşıyız, elinde bayrak, Atatürk Cumhuriyeti’ne sahip çıkanları darbeci ilan ederiz, hatta emperyalizmle terörü yan yana koymakta zorlandığımız bile olur!
Paşa, ülkeyi, onlarca insanı telef ettiği gibi, psikolojimizi de bozdu. Günahlar dağ gibi olunca, kimileri sıralamaya bile giremeyebiliyor!
Ha, bir de eski solculukla, etnik milliyetçiliği karıştıranlar var ki, bu mutlu birliktelikten, ikinci cumhuriyetçiliğe çalan bir nurtopu dünyaya geliyor. Ne diyelim, Tanrı kimsenin kafasını karıştırmasın!
Milletvekilimiz Ayşe Türkmenoğlu, mazbatasını almaya zikirmatikle gelmiş, “Allah’ın 99 ismini çekiyorum, sürekli dua ediyorum” demiş. Allah kabul etsin! İzmirli Muhammed Emre Güleç adlı bir delikanlı, üzerindeki büyüyü çözmeyen imam Halil Kurnaz’ı çok fena dövmüş.
Kimi kendini bilmezler, ülkede sivil darbe yapılıyor, diyorlarmış da kimseler inanmıyormuş. “Büyük Ortadoğu Projesi” kesmemiş, “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi” hayata geçiriliyormuş.
Hem büyük, hem geniş, bize yakışanı da bu!
Daldık yine ülke sorunlarına. Biraz da üç vakte kadar gerçek-leştireceğimiz T.E.B. kongremizle ilgili kafa yoralım.
Sabık başkanımızı milletvekili yaptık, Allah’a şükürler olsun! Bu vesileyle ben de ne denli sevilen bir kul olduğumu fark ettim. Ç.E.D. web sitesindeki yazımda (yazı genel merkezimizin dergisinde de çıkmıştı ama yarısını unutmuşlardı) “…. O da olmazsa, son çare başkan için milletvekili duasına çıkmak! Hangi partiden diye sormayın, rahat olun. Yaşamayacağı tek sorun uyum sorunudur.” demiştim. Dualarım tuttu. Ancak Domaç’ın kurduğu düzen, yeni versiyon Domaç’lar üretmeye programlandığından, durum vehametini sürdürüyor. Ayrıca T.E.B. Haberler’deki son yazısını okuyunca bir tedirgin oldum ki, sormayın. “Eminim sizlerle de yolumuz mutlaka kesişecek” diyor. Eyvah ki eyvah!
“Yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğunu bir an bile aklınızdan çıkarmayın” demiş. Ancak, abdest suyunun alyuvarları arttırması konusuna bir açıklama getirmemiş!
Hakkını da yemeyeyim, sapına kadar bir doğru da söylemiş:”Ne yapıyor olursanız olun tam yapın, ne olacaksanız tam olun.” Yani dönmeye karar verdiyseniz tam döneceksiniz, radikal soldan, teokrasiye! Helal olsun başkanıma, ne yaparsa tam yapar, verir hakkını!
Nutkunun içine iki tutam da demokrasi koymuş, tatlandırılmış. “İki kapılı eczane yönetmeliği” ile “Novogenix”in satışından söz etmemiş, acaba ellerde ayaklarda çarpılma ya da gözlerde kayma falan hissetmiş midir? İşin o tarafını yazmamış!
Eski Sovyetler Birliği’nde, önceki liderlere lakap takmak adetmiş. Stalin’e, Kruşçef’e ve Brejnev’e sormuşlar, yoldaş hangi lakapla anılmak istersin diye. Stalin, bana “Karınca ezmez” deyin demiş, Kruşçef “lepiska saçlı”yı, Brejnev “adil Brejnev”i seçmiş. Bizim eski başkana sorsak ne yanıt alırdık diye düşündüm. İlkeli Mehmet mi, demokrat Mehmet mi, delikanlı Mehmet mi? Hodri meydan hayal gücünüze!
Sıcak bir yaz günü, altın kumlu bir sahil ve boğulmak üzere olan bir güzel kız. Kız yüzmeyi iyi bildiğini sanıyormuş da yanılıyormuş. Biraz fazlaca açılınca, geri dönmeyi başaramamış, boğuldu, boğulacak.
Plajın bıçkın can kurtaranı, olayı görür görmez atlamış motoruna, gitmiş kızı kurtarmaya. Almış azgın dalgaların arasından kıyıya çıkarmış, ancak bir süre geçince başlamış ırzına geçmeye.
Çevredekiler müdahale etmişler.
– Utanmıyormusun yaptığına, zavallı kızı kurtarman, sunni teneffüs yaptırman gerekirken ırzına geçmeye kalktın.
– Vallahi bende suni teneffüs yaptırıp kızı kurtarmak niyetindeydim, hatta suni teneffüse başlamıştım ki, ne olduğunu anlamadan bir baktımki bu haldeyim.
Güzel kızı ülke veya meslek, cankurtaranı da yöneticilerimiz olarak düşünün. Ne yapması gerekirdi de ne yaptı cankurtaran? Kızı kurtarmaya giderken niyeti baştan mı kötüydü, ya da suni teneffüs yaptırırken şeytana mı uydu? Neden görevini gerektiği gibi yapmadı? Peki böylesine so-runlu birini kim cankurta-ranlığa seçti? Ülke yöneti-mimizin cankurtaranları, siyasi partiler yasamız ve partilerimizdeki anti demokratik yapı nedeniyle peşinen kötü niyetlilerle, sonradan şeytana uyanların çoğunluğundan oluşuyor. Kızımızın durumu malumunuz!
Ya mesleğimizin can kurtaranları, güzel kızımıza neden bu kadar acımasızlar. Acaba kıyıya çıkardıktan sonra ne yapacaklarını bilmiyorlar, yada onlara birileri yanlış öğretti de yaptıklarının farkında mı değiller?
Bu sorunun yanıtına her düzeydeki yöneticilerimiz, hatta onlardan da önce sevgili meslektaşlarımız kafa yoracaklar ki, kızı kötü yola düşürmeyelim!
Oda üyelerimiz yerel cankurtaranlarını seçtiler, onlar da en büyük cankurtaranları seçecekler. Güzel kız kurtulur mu, yanlış müdahaleden ölür mü, kötü yola mı düşer göreceğiz. Dilerim, meslek büyüklerimiz “nede güzel kız dı, nede kara bahtı varmış” deyip arkasından gözyaşı dökmezler!
Tabi “bu ülkeyi, bu mesleği ben mi kurtaracağım, ne halleri varsa görsünler, hatta beter olsunlar” deyip, depolitize olma özgürlüğünüzü de kullana-bilirsiniz! Hatta rahatça depolitize olmak için, müzikli klozet kapakları piyasaya verilmiş, kapağı açınca, klasik, caz, arabesk… istediğinizi dinleyebiliyormuşsunuz, bu mucizevi aletten de yararlanabilirsiniz! Mesleğimizin üzerinde Müslüm babayı dinleyip, acılı bir teşaşür ne zevkli olur kimbilir!
Vallahi benimkisi de hoşluk, elalemin namus bekçiliğine soyunmak bana mı düştü!
Yeni bir dönem, yeni bir T.E.B. yapılanması.. Sağlıklı bir yapılanma mümkün mü, ya da ne kadar mümkün? Birliğin sınırsız ekonomik kaynaklarıyla, otel odalarında makam dağıtarak, odaları odala-ra, kişileri kişilere kırdırarak yönetim oluşturma yönte-mini aşmak, kolay zanaat değil. Daha da kötüsü, birçoğumuz ,örgüte gözümüzü açtığımızdan beri aynısını yaşadığımız için, bu yoz sistemi, oyunun kuralı sanıyoruz. Tabiî ki bu yöntemde en uzman kişiler, Domaç’ın eski çalışma arkadaşları. Bazı oda yöneticilerimiz de, ulusal takım oluşturmak yerine, benden olsun, hatta ben olayım, çamurdan olayım mantığında olunca, ben şu satırları yazarken bile, nerelerde ne pazarlıklar yapılıyordur, hayal bile edemiyorum.
Peki bu denli açık, bu denli somut bir tabloyu görmemeyi nasıl başarabiliyoruz?
Meslek yok olma aşamasındayken hangi düşünceyle makam pazarlıkları yapıyoruz?
Meslek haklarımızın siyasi iktidarlara peşkeş çekildiği neredeyse kırmızı balmumlu belgelerle ortadayken, aynı anlayışa nasıl destek verebiliyoruz?
Ve bunları yaparken, S.U.T.’dan B.U.T.’dan, kar oranlarından, kabili rucü kaşesinden şikayet etme hakkını nasıl olup da kendimizdes görebiliyoruz?
Bir arkadaşım, niye garipsiyorsun, sigaranın üzerinde de “öldürür” yazıyor ama herkes içiyor dedi. Bir düşünür de “O güne kadar yapageldiği şeyleri yapmaya devam eden, fakat farklı sonuçlar bekleyen kişiye, aklından zoru var denir.” saptamasını yapmış.
Yaşlı Kızılderili reisi torunuyla oturmuş, az ötede boğuşan biri beyaz diğeri siyah iki köpeği seyrediyorlarmış. Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu ve neden birinin beyaz diğerinin siyah olduğunu merak edip sormuş. Yaşlı reis, “onlar iyilik ve kötülüğün simgesidir. İyilik ve kötülük de içimizde sürekli mücadele eder durur, bunu düşündüğüm için onları yanımda tutarım” diye yanıtlamış. Çocuk meraklanmış, “Peki sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”. Bilge reis gülümsemiş, “Hangisi mi evlat, ben hangisini daha iyi beslersem.”!
Biz hangisini besliyoruz dersiniz?
Yıllardır, bir dolu insan, bir dolu yerde, yapılan yanlışlıkları, çözüm önerilerini anlatıp duruyoruz.
Bunlar var ya bunlar, dünya bunca hızla değişirken, yerlerinde sayan dinozorlardır.
Ahlaklı olmayı, ilkeli olmayı, sözünün eri olmayı, çıkarcı olmamayı, ihanetlere tepki göstermeyi, inandıkları düşünceler için mücadele etmeyi öneriyoruz insanlara. Hani böyle olunca da dinozorları ve dinozorluğu seviyoruz haliyle. Cumhuriyet’in “Bilim Teknoloji” ekinde, en küçük dinozorun bile insandan iki misli hızlı olduğuna dair bir haber vardı. Bir kıvandım, bir kıvandım ki, sormayın!
Aslında kış uykumuza devam edersek, zincir eczaneleri, ne Avrupa Birliği ne de siyasi iktidar değil, bizatihi biz, kendimiz getireceğiz.
Biliyorsunuz Mehmet Akif Ersoy büyük şair, inanmış adam.
“Kadermiş öyle mi? Haşa bu söz değil doğru Belanı istedin Allah’ta verdi…
Doğrusu bu.”
Tevfik Fikret de şöyle demiş:
“Beşerin böyle dalaletleri Putunu kendi yapar, kendi tapar.”
Dilerim bu şiirleri yakın zamanda okuyup, efkarlanmayız!
Hayal bu ya, bunca kör parmağım gözüne olaya rağmen, aynı hatayı yapmayı sürdüren sevgili meslektaşlarıma, Tanrı bir müeyyide uygulasa, verdikleri, mesleği karanlığa yolculayan her oy için yeni bir kabil-i rücu kaşesi zorunluluğu getirse. Üç dört kaşeden sonra merak ederler miydi ,ya da kalfaları uyarır mıydı? Vallahi hamhayal dediğinde bu kadar olur!
Yıllardır, teslimiyetçiliğe programlanmış kadrolarla, şıngır şıngır efektleriyle gelen zincir eczanelerle mücadele edeceğiz!
Körler ülkesi olmayı da içime sindiremiyorum doğrusu.
Büyüklerimiz “hak etmediğiniz hiçbir şey sizin değildir” derken bizi kastetmiş olabilirler mi?
Ya da “Tarihin yapılmasında en büyük pay hainlerdir.” diyenler.
Tarihin yasaları bizi bozacak, bir de Murphy’nin yasalarında şansımızı deneyelim. Demiş ki Murphy, “Kolay kandırılanların paralarının kendilerinde kalması ahlaken yanlıştır.”
Bize uyarlarsak, “Kolay kandırılanların, mesleklerinin ve meslek haklarının kendilerinde kalması ahlaken yanlıştır.”
İlahi Murphy !