6-7 Eylül Faşizmin Bir Tezahürüdür
Eylül’ün Vicdan Döken Rüzgarı
Bildiğimiz İstanbul ve İzmir, 1955’in bir eylül vakti bitti. O gün kiliseler cemaatsiz, sokaklar kahkahasız, mezeler lezzetsiz, taş evler sessiz, şehirlerin ruhu öksüz kaldı.
Güven Gürkan ÖZTAN
İstanbul – BİA Haber Merkezi 05 Eylül 2013,
Eylül, bir ferah esintidir çoğu zaman arsızca kavuran yaz sıcaklarından sonra… Günler hâlâ bereketlidir, güneş cömerttir ama işte akşam serinliği başlar yüzümüzü yalamaya. Ruhu Akdenizli bir rehavetin ve biraz da tatlı tembelliğin sonudur Eylül’ün gelişi; zira yazlıklar çocuklulara öncelik vererek boşalmaya başlar, şehrin sokaklarında seyyah sesler artar. Okulların açılışı yakındır çünkü. İllâ mektebe giden çocuğunuzun olması ya da benim gibi “hoca” kimliğini üstlenmeniz gerekmez okul heyecanı yaşamak için; bazen önü festival bir kırtasiye dükkanı bazen de okul arkadaşı hasreti çeken bir çocuğun binbir mevsim sabırsızlığı yeter gözlerinize gülümseme bahşetmeye. Top sesi, çocuk şenliği, patlıcan biber kızartması ama biraz da iplikten kazak, akşamına kapalı ayakkabı, kaldırımlara, toprağa dökülmüş çınar yaprakları…
Vagonlara doldurulan hayatlar
Hani tadı damağımızda kalan eylüller hep böyle güleryüzlü mü bu topraklarda, telaşı hep rengarenk mi? Maalesef cevap evet değil. 1955’in 6-7 Eylül’ünde devletin körüğüyle esen milliyetçi-şoven rüzgar bu ülkenin vicdan yapraklarını da yere serdi; üzerinden hışımla postal tabanlı sivil gaddarlıklar geçti.
Kimimiz şahit oldu kimimiz sadece okudu ya da dinledi ama netice aynı Eylül’de Aralık soğuğu…
6-7 Eylül öncesinde çok emare vardı aslında dondurucu rüzgarların gelişine dair. 1915 kıyımı, I. Dünya Savaşı sırasındaki tüm meşakkatli günler, yerinden edilenler, toprağından koparılanlar bu ülkenin ortak acılarıydı. Rumeli’den Kafkaslardan Anadolu’ya gelmek zorunda kalanların dramı ile binyıllık evlerinden sürülen, yollarda katledilen insanların acı ve hüzün dolu hikâyesi. Savaşın vicdanlara mermi sıkan gözükaralığına milliyetçiliğin zehri eklenince katliamlar, tecavüzler, kıyımlar çığ gibi büyüdü. Bağımsızlık Savaşı bitip yeni rejim kurulunca da sular dinmedi hatta İttihatçılardan miras alınan siyaset ve ulus-devletleşme projesinin tutkusuyla devlet merkezli milliyetçi propaganda tüm algı dünyasını biçimlemeye başladı.
Hepimiz Trakya olaylarını da “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının hedefini de biliyoruz bugün. Vapurda, troleybüste aksanı ile dalga geçilen Rumları, Ermenileri, Yahudileri ve daha nice “gayri Türk” ve “gayrimüslim”in ülkede günlük yaşam içinde karşılaştığı zorlukları.
Zaman içinde benzeri yıldırma politikalarına karşı talimli hale gelen gayrimüslim nüfusun II. Dünya Savaşı’nın sonları yaklaşırken yaşadıkları ise başlı başına bir travma. Türkiye’nin savaşa dahil olmamasına rağmen sanki her an savaşa girecekmiş gibi silah altında asker tuttuğu günler. Memlekette Almanlar Stalingard’ta yenilene kadar süren ırkçı propagandaya da ses çıkaran yok. Turancı-ırkçı yayınlar alenen, diğer pek çoğu zımnen anti-semitizm siyasetini popülerleştirmekte, Rumları, Ermenileri “düşman” ilan etmekte. Üstüne üstlük ordunun masrafları nedeni ile ülkenin ekonomisi de zor günler yaşıyor.
Dertlere derman olarak bürokrasinin icat ettiği korkunç Varlık Vergisi o günlerin uygulaması. Varlık vergisinin gayrimüslim nüfusu ekonomik olarak bitirme projesine dönüştüğünü hem rakamlardan hem de trajik insan öykülerinden biliyoruz. Ama asıl travmatik olan Almanların Yahudileri, Slavları, Romanları trenlere doldurup toplama kamplarına gönderdiği ve akabinde toplum imha ettiği bilgisinin artık aşikâr olduğu bir konjonktürde “vergi borcunu” ödeyemeyenleri aynı yöntemle Aşkale’ye göndermek.
Hiç aklımız ve vicdanımız alıyor mu o yük vagonlarına (ki 1943’ün Ocak ve Temmuz ayları arasında resmi rakamlara göre 1229 kişi Aşkale’ye gönderildi) doluşturulan kalplerdeki tedirginliğin boyutlarını?
Geri dönemeyeceklerine dair kendilerinin ve ailelerinin umutsuzluğunu?
Aşkale’de zorla kırılan taşların aslında yüreklerdeki güven ve gelecek arzusunun kırıntılarını da yok ettiğini?
Mülksüz, parasız ama her şeyden daha ağırı ülkesine dair inancını kaybetmiş insanların doğdukları topraklarda tüm bunlara rağmen kalmak istemesini?
Ve bildiğimiz İstanbul’un, İzmir’in sonu
Varlık vergisi ve Aşkale “çalışma kampı” daha hafızalarda çok taze iken esti 6-7 Eylül’ün buz kesen rüzgârı…
Hem de sözüm ona menşei güney, Kıbrıs dolayları; halbuki hiç yakışmıyordu Eylül’ün şefkatine…
Kıbrıs konusu Türkiye’nin gündemine 1950’lerin başında milliyetçi odakların baskısı ile girmişti. Bu tespit büyük ölçüde Yunanistan için de geçerlidir; 1950’lerin ortasından itibaren ada sebebiyle iki ülke karşı karşıya gelince ortada ne itidal ne de inşa edilmesi için emek verilen dostluk kalmıştı.
6-7 Eylül olayları, Kıbrıs için Londra’da görüşmelerin yapıldığı bir dönemde Türkiye’nin Yunanistan’a (ve kayıtsız şartsız onu desteklediği düşünülen Batı’ya) gözdağı vermek için “devlet aklı” ile düşündüğü, hükümet marifeti ile uyguladığı ve neticede kontrolü kaybettiği korkunç bir kıyım. Fitili yakan Selanik’te Mustafa Kemal’in evine ve Türkiye konsolosluğuna bomba atıldığına dair haber. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve İstanbul Ekspres gazetesinin işbirliği ile kitlelerin galeyana getirilmesi ve özellikle İstanbul ve İzmir’de yaşanan organize şiddet ve katliam. İstanbul’da ve İzmir’de gayrimüslim nüfusun yaşadığı yerlerde evlerin, iş yerlerin, ibadethanelerin tahrip edildiği, tecavüzlerin ve darp olayların yaşandığı 6-7 Eylül olaylarının bilançosu öylesine kabarık ki rakamlara dökmek dahi istemiyorum. Zira rakamlar soğuktur; halbuki her travma biricik, sayıya telif edilemeyecek kadar acı, bir o kadar izleri derin.
Sadece birkaç noktaya değinmek istiyorum. İstanbul Ekspres’in her zamanki sayısından kat be kat fazla basılması, Kıbrıs Türktür Cemiyeti (ki olaylardan sonra kapatılacaktır) üyeleri tarafından ücretsiz dağıtılması, tertiplenen nümayişin içindeki provokatörler buzdağının görünen kısmı. Bir de daha az bilinen bir karanlık taraf var tüm bu olup bitenlerde. Örneğin gündeliğin içine yerleştirilmiş gayrimüslimlere yönelik önyargılar ve öfkeler; Hürriyet dahil birçok gazetenin bir süredir Türkiye’deki Rumların Ada’ya Enosis için para aktardığına dair yalan yanlış haberler, Demokrat Parti hükümetinin tecrübe etmeye başladığı ekonomik sıkıntıların etkisi, Kore Savaşı sırasında etkinliği artan milliyetçi gençlik örgütlerinin faaliyetleri…
Olaylarda yer alan milliyetçi gençlerin tüm yaşananları Rumların kışkırtması olarak gösteren gazetelerin önünde attığı basına destek sloganları tek başına devlet-basın-milliyetçi örgütler arasındaki organik ilişkiyi teşhir eder nitelikte. Ezcümle devletin tezgahlayıp hükümetin başrol oynadığı bir metin var ama o metnin arkasında oyunda rol almaya hevesli bir kitle çoktan oluşmuş. Beslendikleri yerde yıllardır müfredatla tekrarlanan önyargılar da var; gündeliğin içindeki ayrımcılık ve ekonomik hırslar da. Neticede “Türk milleti” adına elinde bayrak dükkan, ev yağmalayan, tecavüz eden bir güruh vicdanın yapraklarını döktü elbirliğiyle.
İzmir’de 6-7 Eylül hadiseleri fuar zamanına denk geldi. Kalabalık fuardaki Yunan pavyonunu sloganlarla ateşe verdi sonrasında mahalle aralarında saldırılar devam etti. Olaylar nedeniyle İzmir limanından ayrılan Yunanistan bayraklı tekneler bir zafer kazanımı gibi kutlandı. İstanbul’daki olaylar ise yalnızca Beyoğlu’nda gerçekleşmedi. Yeşilköy’den Tatavla’ya; Adalardan Tünel’e ve Moda’ya kadar gayrimüslim nüfusun yaşadığı her yerde saldırılar yaşandı. Evet çevreden taşınan eli sopalı göstericiler yadsınamaz ama şehrin her köşesinde o mahalle civarında da olaylara bilfiil katılanlar olduğu inkar edilemez. Bir diğer nokta olaylar sırasında saldırıya uğrayanlara yardım ettiği söylenen Türk- Müslüman nüfus hakkında. Buradan geniş bir insanlık manzumesi çıkarmak en hafif ifade ile naiflik. “Rumlar genelde şöyle şöyle kötüdür ama bizim falanca onlardan değildir” algısı ile hareket edenleri de “engin hoşgörü” çemberine mi dahil edeceğiz?
Gözyaşlarını unutabilecek miyiz?
Bildiğimiz İstanbul ve İzmir, 1955’in bir eylül vakti bitti. O gün kiliseler cemaatsiz, sokaklar kahkahasız, mezeler lezzetsiz, taş evler sessiz, şehirlerin ruhu öksüz kaldı. 1964’te yine Kıbrıs bahanesiyle “operasyon” tamamlandı. Hatırlatayım; 1964 geriliminde İnönü hükümeti, Yunanistan vatandaşı Rumların oturma izinlerini iptal etmiş (16 Mart 1964) ve çok zor şartlarda apar topar ülkeyi terk etmelerini istemişti. Kendi ülkesinde yaşayan insanları “milli davalarda” koz olarak kullanma geleneği ise hep devam etti.
Şimdi “devlet aklının” tam istediği gibi sayısı birkaç binle telaffuz edilen bir Rum nüfusumuz var. 6-7 Eylül’e dair bugün hala yanıtlarını bilmediğimiz o kadar çok soru mevcut ki. Menderes hükümetinin tüm bu olaylardaki rolü belli hatta bunlar 27 Mayıs yargılamalarının da konusu oldu ancak devlet kurumları ihtilal sayesinde aynı zamanda ellerini temizledi. Emniyetin, MİT’in bu tezgâhtaki rolü açığa çıkarılmadı. Selanik’teki bombayı attığı bilinen Oktay Engin yıllar sonra Nevşehir valiliğine getirildi nasıl? Ülkeyi terk etmek zorunda kalan nüfusun taşınmaz malları ne şekilde el değiştirdi? Kimler bu yolla zenginleşti? Sorular yıllardır olduğu yerde, vicdanın bekleme odasında gelmeyecek sırasını bekliyor. Ya kaybettiğimiz insanlarımız, örselenmiş yüreklerini bavula sığdırıp ülkeyi terk etmek zorunda kalanlarımız? İsimlerini, evlerini unuttuk gözyaşlarını unutabilecek miyiz? (GGÖ/HK)
6-7 Eylül: Öncesi, Sonrası
İki günlük süre zarfında İstanbul bir savaş alanına döndü. 7 Eylül günü sıkıyönetimin ilan edilmesiyle duran hadiselerde ortaya çıkan tablo çok ağırdı. Sonrasında birçok Rum ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
İstanbul – BİA Haber Merkezi 06 Eylül 2013
Yakın tarihimizin önemli gelişmelerinden biri olan ve 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül Olayları; üzerinden 53 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen; gerek akademik çevrelerde, gerekse yakın dönemi konu edinen popüler tarih çalışmaları ve romanlarda ele alınmaya devam etmektedir.[1]
1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ekonomik, kültürel ve siyasal bir proje olarak ortaya koyduğu “Türkleştirme” politikası, milli iktisat yaklaşımı doğrultusunda bir “milli burjuva” sınıfının yaratılmasını gerekli kılmaktaydı.[2]
Milli mücadele dönemiyle birlikte kurulan yeni Türk-Ulus devleti, kendisinden önceki siyasal birikimden ve düşünce hareketlerinden esinlenerek Cumhuriyet döneminde de özellikle ekonomi alanında İttihat ve Terakki birikimini değerlendirme düşüncesi içerisinde olmuştur.
Devlet merkezli modernleşme projesinin cumhuriyetin sivil ve askeri bürokrasisi tarafından aynen devam ettirilmesi neticesinde homojen/türdeş bir ulus yaratabilmenin ön koşulu olarak; iktisadi alanda bir Osmanlı kalıntısı gibi görülen azınlıklara yönelik olarak farklı ekonomik ve siyasi projeler devreye sokulmuştur.
Bu süreçte, “Tek dil, tek ülkü- tek hars” söylemi, 1920’lerin ortalarından itibaren Türkiye’deki azınlıkları Türkleştirme projesinin sloganı haline gelmiş ve çok geçmeden bu teorik söylem pratik alanda da uygulanmaya başlamıştı.[3]
Bunun ilk işareti 1927’de Türk Ocakları tarafından ortaya atılan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıydı. Bu kampanya Türkiye’de yaşayan azınlıkları “millileştirme politikasının” başlangıç noktasıydı. 1930’larda dünya genelinde, ancak özellikle de Avrupa’nın iki güçlenmekte olan devleti; Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan ırkçı ve yayılmacı milliyetçilik rüzgârları Türkiye’yi de etkilemeye başlamıştı. Buna paralel bir şekilde, Türkiye’de yaşayan azınlıklara karşı ırkçılık temelinde bir milliyetçi cephe oluşmaya başladı. Öyle ki; 1930’dan başlayarak yaklaşık 10 yıllık süreçte, çıkarılan çeşitli kanunlarla azınlıkların ekonomik alandaki etkinlikleri kırılarak hareket alanları sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde 15 bine yakın Rum nüfus Türkiye’den, Yunanistan’a göç etmiştir.[4]
Türkleştirme siyasetinin ikinci büyük dalgası ise, II. Dünya savaşı yıllarında ortaya çıktı. Milli Şef döneminin ilginç uygulamalarından biri olan Varlık Vergisi, teoride savaş yıllarında Müslüman-Gayrimüslim ayırımı yapmadan, haksız kazanç elde eden kişilerden alınacak bir vergi olarak kararlaştırılmış, ancak uygulama daha çok Gayrimüslimlere yönelik olmuştu. Alınan karar gereği vergi olarak toplanan 350 milyon liranın yüzde 75’i azınlıklardan alınmıştı.[5]
Varlık Vergisi uygulamaları sonrasında birçok Gayrimüslim artık eski ekonomik ve toplumsal seviyesinde değildi ve birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 1946’da parlamenter demokrasiye geçen Türkiye’de 1950 yılında Demokrat Parti (DP)’nin iktidara gelişi ile birlikte, II. Meşrutiyet döneminden itibaren sürdürülen “Türkleştirme” politikalarında bir farklılık gözlemlenmedi.
DP, ekonomide bütün liberal söylemlerine rağmen, Lozan Antlaşması çerçevesinde İstanbul ve çevresinde oturan Rum nüfusun, elindeki sermaye gücünü millileştirmeyi planlıyordu. Bütün bu gelişmeler doğrultusunda 1955 Kıbrıs sorunu DP’ye bu politikalarını gerçekleştirme olanağı verdi.
1955 Kıbrıs meselesinin tam anlamıyla tırmandığı yıldı. Adadaki Rumlar sürekli olarak Türklere karşı terör hareketlerinde bulunuyor, olaylar çıkarıyorlardı. Bu gelişmeler özellikle Türkiye’de gazetelerin yaptığı haberler nedeniyle toplum içinde büyük infiale yol açmaktaydı.
Burada ilginç ve 6-7 eylül olaylarının ortaya çıkmasına büyük etkisi olan şey ise; gazetelerin Kıbrıs meselesinin ortaya çıkmasından itibaren Türkiye’de yaşayan Rumlara yönelik olarak yazdıkları tahrik edici yazılardı.
Hürriyet, Yeni Sabah’ın başını çektiği gazetelerin yazılarında; İstanbul Fener Rum Patrikhanesi ve Patrikhane’nin lideri Athinagoras, Kıbrıs’ta Makarios’un liderliğinde gelişen Rum hareketine karşı sessiz kaldığı gerekçesiyle eleştiriliyordu.
Patrikliğe yüklenen gazeteler, Fener’in tüm Ortodoks dünyasını temsil ettiğini ve onun ekümeniklik sıfatıyla Kıbrıs’taki Makarios’a müdahale edebileceğini, aksi halde sessiz kalmanın Makarios’u onaylamak anlamına geldiğini vurgulanmaktaydı.[6]
Sürekli olarak Türkiye tarafından reddedilen bu yaklaşım (ekümeniklik), ilginç bir şekilde dönemin gazetelerince patrikliğe karşı bir baskı aracı olarak kullanılmaya çalışılıyordu. Bu husus Patrikliğin de dikkatini çekmiş olacak ki Patrik Vekili Emilyanos, bir açıklama yaparak basının tavrındaki çelişkiyi ortaya koymuştur: “Hem Fener Vatikan gibidir diyorsunuz, hem de Fener Vatikan gibi müstakil olmak istiyor diye yazıyorsunuz.”
Ayrıca 27 Ağustos tarihinde Hürriyet’te çıkan bir haber, Patrikhanenin topladığı bağışları gizli yollarla Kıbrıs’a yolladığının iddia edildiğini bildirmekteydi.[7]
Yine aynı gazete 3 Eylül günü yaptığı haberde Patrikliğin Kıbrıs’a hangi yoldan yardım ettiğinin anlaşıldığını belirtmekte ve Fener’in kendisine ait olup Kıbrıs’ta bulunan, önemli vakıfların gelirlerini Rum ilhakçılara bağışladığını kamuoyuna duyurmaktaydı.[8]
Yapılan haberler nedeniyle kamuoyunda artık Patrikliğe karşı açıkça bir tepki oluşmaya başlamıştı. Tepkilerin artması nedeniyle 29 Ağustos günü Patriklik, polis tarafından koruma altına alınmıştı. Gazete haberlerinin toplum üzerinde yarattığı etki, 6-7 Eylül olayları sırasında Patrikhaneye yönelik saldırıların yoğunluğu göz önüne alınarak anlaşılabilir.
Türkiye’de Patrikhane’ye karşı eleştiri yönelten, patrikliğin kapatılmasını ve Rumların İstanbul’dan kovulmasını isteyen ve bu amaca yönelik olarak her türlü faaliyette bulunan milliyetçi aydın kesiminin de söylem ve tavırlarının halkı üzerinde etkili olduğu da bir gerçektir.[9]
Gazeteler bununla birlikte, Yunanistan’daki gelişmeleri ve Yunan basınında çıkan haberleri sütunlarına taşıyarak halkın daha da heyecanlanmasına neden oluyordu.
Türk basını tarafından paçavra olarak nitelendirilen Yunan gazetesi Ethnikos Kiriks’in 13 Ağustos’ta Atatürk hakkındaki bir değerlendirmesi, basın tarafından ağır bir şekilde eleştirilmekteydi. Ethnikos Gazetesi’nin bir yazarı, “Yaşa Mustafa Kemal” başlıklı yazısında Atatürk’ün 1922 yılında Yunanlıları tarihte görülmemiş bir şekilde aldattığını yazmaktaydı ve yazara göre; Yunan milleti bunu hiçbir zaman unutmayacaktı. Gazete bundan başka Atatürk’ün İstiklal savaşı yıllarında bir İtalyan ajanı olarak çalıştığını ve İtalyanların bütün zaferlerini Türkiye’nin sırtından kazandıklarını bildirmekteydi.[10]
Bu dönemde Yunan ve Türk basını arasında canlı bir propaganda savaşının olduğunu da belirtmek gerekir.
Türk gazeteleri İstanbul’da Rumca yayın yapan gazetelerin yazılarını da eleştirmekteydi. Ulusal basın, Rum gazetelerinden Türk tezini destekler nitelikte yazılar yazmalarını istiyor, istenen olmayınca da sürekli olarak eleştirerek kamuoyunun dikkatlerini bunlar üzerine çekmeye çalışıyordu.[11]
Ayrıca, aleyhte yayın yaptıkları iddia edilen bu gazetelerin Rum vatandaşlarca adeta kapışıldığının vurgulanmasının; İstanbul’da yaşayan tüm Rumların hedef haline gelmesinde etkili olduğu söylenebilir. İstanbul Rumlarının bu durumdan tedirgin oldukları ve her an başlarına bir şey geleceği korkusunu yaşadıkları görülmektedir. Birçok Rum, daha 6-7 Eylül olaylarından önce tedirginliklerinden dolayı dükkanlarını çok erken saatlerde kapatmakta, hatta bazıları hiç açmamaktaydı. Bu konu basına da yansımış, Hürriyet’in 30 Ağustos tarihli baskısında “Rum vatandaşların yersiz ve boş telaşları”, “hadise çıkacağını zannedenler dün dükkânlarını kapadılar” şeklinde bir haber yapılmıştı.[12]
25 Ağustos’ta Hürriyet gazetesinde çıkan “İstanbul’da çıkan bir Rumca gazetenin hezeyanları” başlıklı haberde; İstanbul’da yayın yapan Apoyevmatini Gazetesi’nin Kıbrıs konusunu üstü kapalı bir tarzda ele aldığı ve Kıbrıs’ın adını vermeden konu hakkında “bir mesele” “mahut (bilinen) mesele” diye yorumda bulunduğu belirtilmektedir:
“Apoyevmatini’nin bu yorum yazısı Kıbrıs hakkındaki bütün haberleri gibi, son zamanlarda Atina gazetelerinin kullanmağa başladıkları dilin bir naziresinden farksızdır ve adeta İstanbul’da çıkan bir Atina gazetesinin yazıhanesinden aynen nakledilmiş gibidir. Rumca Gazete’ye göre; bu mesele yüzünden mukaddes Türk- Yunan dostluğunun feda edilmesi büyük bir günahmış. Hangi mesele bu? Burası meçhul ve esrarengiz! A mübarek ağzındaki baklayı çıkarsana! Ne olur bu mesele yerine, Yunanistan’ın kendine ilhakını istediği Kıbrıs meselesi deyiver.” [13]
Aynı konuya değinen Vatan gazetesi, 27 Ağustos günü yazdığı yazıda Apoyevmatini’yi ağır bir dille eleştirmekteydi.[14]
Yine aynı gazetede çıkan bir haberi 2 Eylül’de sütunlarına taşıyan Hürriyet Gazetesi; Yunan Dış İşleri Bakanı Stefanopulos’un o sıralarda Londra’da; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katılımıyla gerçekleştirilen üçlü toplantıdaki Yunanistan’ın Kıbrıs’a yönelik tezlerinin Apoyevmatini Gazetesi’nde geniş bir yer bulduğunu ve bu gazetenin İstanbul Rumları tarafından adeta kapışıldığını yazmıştır. Buna karşın gazetede Türk tezini destekleyecek tarzda en ufak bir imada bulunulmadığı önemle belirtilmiştir.[15]
Sonuç olarak İstanbul’daki Rum basının yazıları ve ulusal gazetelerin buna karşı olan tutumu neredeyse tüm yurtta derin bir infial uyandırıyordu. 6-7 eylül öncesinde ortamı gerginleştiren şeylerden biri de özellikle başta Kıbrıs Türktür Cemiyeti olmak üzere bazı toplulukların eylemleriydi. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, Kıbrıs konusunda halkı heyecanlandıran eylemler yapıyor, sürekli olarak bu konuda bilinçlerin uyanık tutulmasını sağlıyordu. Hürriyet, Cemiyetin, Londra’da beş bin kişiyle miting yapmasının, Cemiyete olan sempatiyi arttırdığını, bundan dolayı yurdun birçok yerinde açılan yeni şubelerle son zamanlarda cemiyetin şube sayısında büyük bir artışın olduğu belirtilmekteydi. Bunun yanında dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in 6-7 Eylül olaylarının başlamasından bir gün önce Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Genel Başkanı Hikmet Bil ile arabasında bir süre görüşmesi düşündürücüdür.[16]
6-7 Eylül olaylarının hemen öncesinde yaşanan bu gelişmeler, daha sonra olacakların habercisi gibidir. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında 6-7 Eylül konusunda yargılanan Adnan Menderes “Efkarı umumiye bu olaya hazırdı. Mürettibini aramak gerekmez” diyerek olayların çıkmasında hiçbir sorumluluğunun olmadığını anlatmaya çalışmıştı.[17]
Gerçektende toplum hadise çıkarmaya hazırdı ancak toplumu buna hazırlayan koşullar Menderes ve diğerlerinin suçlu olduklarını ortaya koymaktaydı.
Ortam bu derece gergin bir haldeyken 6 Eylül günü Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba koyulduğu haberi gazetelerin ve radyonun duyurularıyla birlikte Türkiye’de adeta bir bomba etkisi yarattı. İstanbul ve İzmir’de zaten günlerden beri hazır halde bekleyen halk kitlesi, özellikle Rum azınlıklara karşı bir saldırıya dönüşen gösteriler yapmaya başladılar. Özellikle İstanbul’daki olayların boyutu ve etkisi daha büyüktür. Bunun da en büyük nedeni İzmir’de Rum nüfus ve mülklerinin sayısının az olmasıdır. İzmir’de gelişen olaylarda birçok ev, dükkân, bazı kiliseler, Yunan Konsolosluğu, İngiliz kültür evi yakılmış ve tahribata uğratılmıştır.[18]
Ancak daha büyük olayların olduğu yer ise İstanbul’du, çünkü Rum nüfusun en yoğun yaşadığı yer burasıydı. Ayrıca İstanbul halkı olay çıkarma konusunda İzmir halkına göre daha fazla manipüle edilmişti. Dolayısıyla buradaki hadiselerin çapı ve etkisi de büyük oldu. 6 Eylül günü başlayan protesto kısa zamanda yağma, tahrip ve saldırıya dönüştü. İki günlük süre zarfında İstanbul tam bir savaş alanına döndü. 7 Eylül günü sıkıyönetimin ilan edilmesiyle duran hadiselerde ortaya çıkan tablo çok ağırdı. 1004 ev, 4348 dükkan, 27 eczane ve laboratuar, 21 fabrika, 110 lokanta ve kafe, 73 kilise, 26 okul, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar esnasında birçok Rum kadına da tecavüz edildiği ortaya çıkmıştı. Ayrıca olaylar sırasında 3 kişi öldü ve 30 kişi de yaralandı.[19] Bununla birlikte yüksek derecede maddi hasar meydana geldi.[20]
Olaylar Yunanistan’da derin bir infial uyandırmış özellikle basın öfkeli ve aşağılayıcı yorumlarda bulunmuştur. Demokrat İzmir Gazetesi 10 Eylül’deki baskısında Yunan gazetelerinde çıkan yazılara yer vermiştir.
Yunan Tovima Gazetesi’nin yorumu şöyledir: “Yunanlıların kendilerine taarruz edildiği zaman dinamit kapsülünü patlatmak gibi komik hareketlere tevessül etmek adetleri değildir. Bunu yapanlar ya Türk- Yunan dostluğunu bozmakta menfaati olanlardır. Yahut da kim bilir hangi maksatla bizzat Türklerdir.”
Vradini Gazetesi’nin yorumu ise aşağılayıcıdır: “Zaman geçer fakat insanlar değişmez Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.”[21]
Bununla birlikte Yunan Hükümeti Türkiye’den saldırılarda zarara uğrayanların zararlarının tazmin edilmesini istemiştir. Olayların ortaya çıkmasından sonra hükümet olayın komünistler tarafından tertip edildiğini beyan ederek kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmeye çalışmış, olaylarla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen komünist olduğundan şüphelenilen birçok kişi tutuklanmıştı. Ancak yargılamalar sonrasında suçsuz oldukları anlaşılınca bu kişiler serbest bırakıldılar.[22]
Sıkıyönetimin ilan edilmesiyle birlikte basına bazı yasaklar getirildi. Özellikle halkı kışkırtıcı nitelikte yazılar yazmamaları konusunda sıkıyönetim komutanlığınca uyarıldılar. Ancak hadiseler olmadan önce neden böyle bir yasaklamanın yapılmadığı sorgulamaya değerdir. Bununla beraber olayları kışkırttıkları gerekçesiyle birçok gazete sıkıyönetim komutanlığı tarafından kapatıldı. Birçoğunun da kısa ya da uzun süreli olmak üzere yayını durduruldu.[23]
Ayrıca daha başından itibaren halkın kışkırtılması ve hadiseler esnasındaki rolü dolayısıyla Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin bütün şubeleri kapatılarak başkanları tutuklandı.
Suçlu görülenlerin yargılanmasıyla kapanan 6-7 Eylül hadiseleri ile ilgili dosya, 27 Mayıs 1960’daki askeri darbe sonrasında yeniden açıldı. Olayların tertipçisi olduğu iddiasıyla Demokrat Parti ileri gelenleri ve İstanbul, İzmir ve Ankara’nın mülki erkânı yargılandı. Davanın tekrardan açılmasında M.F. Köprülü’nün “Olayların olacağını hükümet öncede biliyordu. Bir tertip vardı.” Şeklindeki açıklamasının büyük etkisi vardı. Yassıada’da görülen duruşmalarda 11 sanıktan dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı da 4,5 yıl hapse mahkûm edildi.[24]
6-7 Eylül olayları sonrasında birçok Rum asıllı Türk vatandaşı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle homojen bir Türk ekonomisi yaratma hayali de kısmen gerçekleşti. Yaşanan olaylar ülke içinde büyük maddi ve manevi zarar yarattığı kadar dış politikada da Türkiye’yi olumsuz etkiledi. Özellikle Londra Konferansı kesintiye uğradı ve Kıbrıs konusu çözümsüz kaldı. Bu sorunun bugün de devam ettiği düşünülürse ne denli kritik bir dönemde meydana geldiği anlaşılabilir. Bununla birlikte olaylar Türkiye’nin dışarıdaki imajına da zarar verdi. Türkiye’nin içindeki azınlıkları korumada aciz kaldığı görüldü. (GG/HK)
* Bu yazı 14 Ağustos 2008 tarihinde Birikim Dergisi‘nde yayınlandı.
[1] Bkz., Mehmet Akif Demirer, 6 Eylül 1955 / Yassıada 6/7 Eylül Davası Dezinformatsiya, Bağlam Yay., İstanbul 1995., Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül Olayları, Bağlam Yay., İstanbul, 1995., Yılmaz Karakoyunlu, Güz Sancısı, Doğan Kitap, İstanbul, 2002., Sergun Ağar, Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı, Can Yay., İstanbul, 2003., Yahya Koçoğlu, Hatırlıyorum (Türkiye’de Gayrimüslim Hayatlar), Metis Yay., İstanbul, 2003.
[2] Özellikle II.Meşrutiyet dönemindeki milli iktisat yaklaşımları için bkz., Zafer Toprak, Milli İktisat – Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ankara, 1995., Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat, Yurt Yayınları, Ankara, 1982.
[3] Bu konuda bkz., Rıfat N. Bali, “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikas”ı, Birikim, Kasım 1998, sayı 115, s. 80.
[4] Rıdvan Akar, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, http://genet.sitemynet.com/tarih33.htm, (Erişim: 05.08.2005)
[5] Arzu Kılıçdere, “İzmir’de 6-7 Eylül Olaylar”ı, Toplumsal Tarih, Şubat 2000, s.35.
[6] Foti Benlisoy, “6-7 Eylül Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, Eylül 2000, s.29.,
[7] Hürriyet, 27 Ağustos 1955.
[8] Hürriyet 3 Eylül 1955.
[9] Mehmet Yaşın, “Türk Aydınlarının Kıbrıs Tarihi ve Ümitsizlik İdeolojisi”, Birikim, Sayı 115, s.120.
[10] Hürriyet, 13 Ağustos 1955.
[11] Foti Benlisoy, a.g.m. s.33.
[12] Hürriyet, 30 Ağustos 1955
[13] Hürriyet, 25 Ağustos 1955.
[14] Vatan, 27 ağustos 1955.
[15] Hürriyet, 2 Eylül 1955.
[16] Hürriyet, 6 Eylül 1955.
[17] Hayat Mecmuası, , 28 Ekim 1960, sayı 44, s.4.
[18] İzmir’deki olaylar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Arzu Kılıçdere, İzmir’de 6-7 Eylül Olayları, Toplumsal Tarih, Şubat 2000,
[19] Rıdvan Akar, “İki yıllık gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, Eylül 2003, s. 92.
[20] Olaylar sırasında meydana gelen hasar ve yapılan yardımlar hakkında bkz., Uygur Kocabaşoğlu , “6-7 Eylül Olaylarından Sonra “Hasar Tespit Çalışmaları” Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Toplumsal Tarih, Eylül 2000, Sayı 81, s. 45.
[21] Demokrat İzmir Gazetesi, 10 Eylül 1955.
[22] Bkz. Kansu Şarman, “Komünistler Yapmıştır Yakalayın”, Popüler Tarih, Eylül 2000, Hulusi Dosdoğru, 6/7 Eylül Olayları, Bağlam Yay., İstanbul 1993.
[23] Bkz., Hıfzı Topuz, “6-7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşa’nın Yasakları”, Toplumsal Tarih, Eylül 2000.
[24] Rıdvan Akar, a.g.m., s. 93. 6-7 Eylül yargılamaları hakkında bkz., Mehmet Akif Demirer, 6 Eylül 1955 / Yassıada 6/7 Eylül Davası Dezinformatsiya, Bağlam Yay., İstanbul 1995.
6-7 Eylül Faşizmin Bir Tezahürüdür
Tayfun Mater, 6-7 Eylülün ışığında linç girişimlerini değerlendirdi: 6-7 Eylül başarılı olmuş bir Türkleştirme operasyonudur. Çok seslilik yok oldu. Ticareti Türk kapitalist sınıfı ele geçirdi. Bugün aynı koşullar geçerli değil. Bu sefer başaramazlar.
İstanbul – BİA Haber Merkezi 06 Eylül 2005,
“6-7 Eylül, başarılı olmuş bir Türkleştirme operasyonudur. Bu operasyonun ne olduğunu, ne zararlar verdiğini görmek gerek. Çok seslilik yok oldu. Ticaret hayatında büyük bir kayıp oldu. Türk kapitalist sınıfı ele geçirdi. Buna, Faşizmin bir çeşit tezahürü diye bakılabilir” diyor Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun (Küresel-BAK) sözcüsü Tayfun Mater.
1955’te 6 yaşında bir çocuk olarak 6-7 Eylül olaylarının tanığı olan Mater, son aylarda yaşanan linç girişimlerine 6-7 Eylül olaylarının perspektifinden bakıldığındaysa, “Yine bir Türkleştirme operasyonuyla karşı karşıyayız” diyor bianet’e.
“Ama bugün aynı koşullar geçerli değil. Aklı selim hakim olacaktır. Bu sefer başaramazlar.”
Mater: İstanbul’da tam bir vandalizm yaşandı
Mater, 6-7 Eylül olaylarının “bir tür devlet organizasyonu olduğunun ortaya çıktığını” söylüyor.
“1960’ta, 27 Mayıs sonrası yargılamalarda durum aşağı yukarı ortaya çıktı. 6-7 Eylül olaylarının bir çeşit devlet operasyonu; Özel Harp Dairesi ve MİT’in ortaklaşa operasyonu olduğu aşağı yukarı belli oldu. Bombayı temin eden öğrenci daha sonra vali oldu.”
Mater, o gün yaşadıklarınıysa şöyle anlatıyor:
“İstanbul’da tam bir vandalizm yaşandı. 6 yaşında bir çocuktum, okula başlıyordum. O gece gürültüyle kalktım; Bakırköy’de oturuyorduk. Evimiz, İstanbul Caddesi’ne bağlanan sokaklardan birindeydi. Sokağın başları mahallenin gençleri tarafından tutulmuştu; çapulcu grup içeri sokulmadı.
“Babam subaydı; resmi elbisesini giyip tabancasıyla sokağı bekleyenler arasındaydı. Rum komşularımızı kendi evimizde koruduk. Oğulları o sırada askerdi üstelik.”
Mater, beş yıl önce bianet’te yayınlanan “6-7 Eylül Olayları’nın Çocuk Tanığı” başlıklı yazısında, o geceyi şöyle anlatıyordu:
“Arkadaki misafir odamızda yan komşumuz Usta Amca ile Madam Teyze, misafirlik giysileri ve küçük bavulları ile oturuyorlardı. Oğulları Tanaş Abi o sırada askerdeydi.”
(…)
“Cam çerçeve kırılmaları, bağırıp çağırışlar İstanbul Caddesinden gelmekteydi ve caddeye 100 metreden uzak olmamıza rağmen rahatça duyabiliyorduk. Ayrıca yangınların dumanı da sokaklarımıza kadar erişiyordu.”
“Annem elimden tuttu ve sokağa çıktık. (…) İstanbul caddesinin durumu kötüydü. Rumlara, Ermenilere ve hatta bazı Türklere ait dükkanlar tamamen tahrip edilmiş ve yağmalanmıştı. Bazıları da yanmıştı. Oradan kiliselerin olduğu caddeye geçtik. Manzara korkunçtu. Rum kilisesinin büyük giriş kapısı parçalanmış, içersi tamamen tahrip edilmiş, halılar, perdeler, büyük avizeler sokağa saçılmıştı.Birbirine ters konuşlanan 2 dev tank, ürkütücü namlularını kaldırmış dururken; tankların üzerindeki askerler makineli tüfeklerin namlularını bizlere doğrultmuş, bekliyorlardı.”
“5 yıl boyunca inanılmadı”
Mater, Rum komşularının Yunan radyosundan Selanik’teki bombayı Türklerin attığını öğrendiklerini, ancak 1960’taki yargılamalarda ortaya çıkana kadar “bunun provokasyon olduğuna inanmak istemediklerini” söyledi.
Mater, aynı yazısında, bu durumu şöyle anlatıyor:
“İnanmamıştı bizimkiler. İnanmaları için 5 yılın geçmesi gerekecekti. 27 Mayıs askeri müdahalesi, 6-7 Eylül olaylarını mahkeme önüne getirdi.”
(…)
“Bombayı Türkiye’de okuyan Batı Trakyalı bir Türk öğrenci koymuştu. Provokasyon Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın bilgisi dahilinde tertiplenmişti. Kendilerine verilen ölüm cezalarının gerekçelerinde, 6-7 Eylül olayları da yer aldı. Diğer ‘kahramanlarımız’ görevlerine devam ettiler. Bombayı koyan genç, TC devletinin Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı’ndan Valiliği’ne kadar yükseldi. Selanik Konsolosluğu görevlileri resmi yaşamlarını büyükelçi rütbesiyle tamamladılar.
40 yıl sonra eski Milli Güvenlik Kurulu (MGK) genel sekreterlerinden emekli bir orgeneral ağzından kaçırdı:
‘6-7 Eylül olayları özel harp dairesinin muhteşem bir örgütlenmesiydi.’
Sonuç: Mahalle arkadaşlarım, komşularımız Rumların hiç birine 30-35 yıldır ulaşamadım. Birbirimizden iyice koptuk . Sanırım Atina ve Selanik’teler. Bir gün tekrar karşılaşacağımızı umut ediyorum.” (TK)