İmbroz, Hüzün Adası
İmbroz, yani hüzün adası. Diğerleri gibi ismi değiştirilmiş ve Gökçeada olmuş. Neden değiştirilmeye gerek duyulduğu bir yana, ille de değişmesi gerekiyorsa adı hüzün adası olmalıydı.
Ege denizindeki bu güzelim adanın bir zamanlar ne denli yaşam dolu olduğunu, şu anda harabe halinde bulunan güzelim köylerinden, evlerinden, sabun, zeytinyağı, şarap ve dokuma fabrikalarından hayal etmeye çalışıyorum. Şu anda sadece hüzün veriyor bu ada insana onca doğal güzelliğine karşın, çünkü o adayı güzelleştiren insanlar yok artık orada.
Hayır, savaşta bomba düşmemiş bu güzelliklerin üstüne. Öyle olsaydı belki bu güne kadar onarılırdı. Ama onarılamayacak şekilde yok edilmiş o güzellikler. Adada yaşayanlar evlerini, doğdukları toprakları terk etmeye mecbur bırakılmış. Apar topar kaçmak zorunda kalmış bu adanın sakinleri. Evlerini, köylerini, hayvanlarını öylece bırakıp kaçmışlar. Dağlarda yabanileşmiş tavuklar, keçiler dolaşıyor artık.
Sanırım suçları; zeytinyağı, sabun üretmek hayvan beslemek ve dostça sakin bir yaşam sürdürmek olmalı Pano’nun, Dimitri’nin Yorgo’nun ya da Eleni’nin. Bir de isimleri, hele hele dinleri.
6-7 eylül 1955’te yaşanan o çıldırmış linç, o her şeyi yok eden yağmamla, düşmanlık ve saldırı korkusu adayı da sarıvermiş besbelli. Öylece, aniden bir anda terk etmek zorunda kalmışlar doğdukları toprakları. Hemen geri dönecekleri düşüncesiyle kapılarını pencerelerini kapatmışlar ve kendilerini güven altında hissedecekleri yerlere kaçmışlar. Öyle ki, evlerindeki eşyaların rengi güneşten solmasın diye pencerelerini gazete kağıdı ile kaplamışlar. Ama bir daha geri dönmemişler. O gazeteler bugün hala pencerelerde duruyor sararmış olarak. Beni en çok hüzünlendiren bu pencerelerdeki sararmış gazete kağıtları. Belli ki o günkü gazeteler alel acele iliştirilmiş pencerelere. Bilmem hangi gazete, bir manşet atmış. “Halk kominist oldu”
Şaşıracak bir şey yok, her zamanki alışkanlık, ne kötülük olursa komünistlerden bilinir ya. Kültür sarayının yakılması da komünistlerin işi değimliydi! Oysaki bu yağma ve katliamların arkasındaki karanlık güçler ortaya çıkıyor yıllar sonra. Zamanın hükümeti, kamyonlar dolusu insanı elerine taşlar sopalar tutuşturarak İstanbul’a getirmiş ve yağmayı başlatmıştı.
Beyoğlu, Şişli, Kumkapı, Samatya, Yedikule’de müslüman olmayan insanların, öncelikle Rumların, ardından Ermeni ve Yahudilerin evleri ve dükkanları ve ibadet yerleri yağmalanmış, eşyaları parçalanarak sokaklara dökülmüş, insanlar darp edilmişti.
Hükümetin ise işi kolay. Yine şu azılı komünistler!
11 kişi öldürülmüş, 300 kişi yaralanmış. Resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir. Ölü sayısının az oluşu gruplara “ölü olmasın” emri verilmesi sebebiyledir. Yağmacılar ‘Yok, öldürmeye iznimiz yok’ ‘kırmaya iznimiz var.’ demişler tanıkların anlattıklarına göre:
Bu olaylar sırasında emniyet pasif bir tutum sergiledi. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlandı. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000’den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı
İstanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça ettiler.
Rumlara, Ermenilere, Yahudilere ait 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğradı.
6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu. Hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle ve kendilerini güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu topraklarda yaşamış olan İstanbul’un gayrimüslim yerlileri, bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını terk etmek durumunda bırakılmışlardır.1955 yılını izleyen bu gelişme, aynı zamanda İstanbul’da dini anlamda çoğulculuğun da sona erdiğini simgelemektedir. [1]
İnsan kendi halkına zulmeder mi hiç? Ediliyor işte bu topraklarda, köyler yakılıyor, evler yağmalanıyor insanlar öldürülüyor. Duyarlı vatandaşlar! linç ediyor, devlet seyirci kalıyor.
Zamanın başbakanı Maraş katliamından sonra “Maraş’ı bırak Fatsa’ya bak” dememiş miydi ?
Oysa Maraş’ta, Çorumda insanlar öldürülürken evler yağmalanırken, Fatsa’da evler, yollar yapılıyor, festivaller düzenleniyor, şarkılar söyleniyordu.
Yönetenler halkların birbirine düşman olmasını istiyor, oysa ki bilmiyorlar, bütün bu kışkırtmalara karşın halklar kardeştir.
Ecz. Nurdan Demirkan
[1]DİLEK GÜVEN 6-7 eylül olayları, 6 eylül 2005 tarihli Radikal Gazetesi http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=163380